Geçen hafta değinmiştik millî tasarrufun önemine. Tasarruf bilincinin bir toplumdaki önemini dikkatlerinize sunmaya çalışmıştık. Kuşkusuz, yaşamın tüketimi tetiklemesi, ulusal ve uluslararasıekonomik krizler, bireyleri ve ülkelerin ekonomi yönetimlerini tasarruflarkonusunda dikkatli davranmaya zorlamaktadır. Ulusal düzeydehükümetler yeni yatırımların yapılması, yeni sermaye mallarının üretimi,ekonomik büyümenin sürdürülmesi ve yaşam standartlarını yükseltilmesiiçin tasarruf artışına önem vermesi son derece doğal bir davranıştır.
Gelelim ekonominin kurallarına. Tasarrufların yatırımları karşılaması sürdürülebilir büyüme için önkoşullardan biridir. Ancak yurtiçitasarrufların sürdürülebilir büyümenin tek kaynağı olmadığı da bir gerçektir. Türk yatırımcılar,ülkemiz ekonomisinin tasarruf eksikliği nedeniyle uzun yıllaryatırımlarını finanse etmek için yurtdışı kaynaklara müracaat ettikleri bilinen bir gerçektir. Ama şimdi durum biraz daha farklı, özellikle de ithale bağlı ihracata yönelik üretimde bulunan işletmeler, döviz bulmakta oldukça zorlanmaktadırlar. Türkiye’nin yatırımlarını finanse edebilmesi, yurtdışı finansmanabağımlılığın azaltılması, sürdürülebilir iktisadi büyüme ve kalkınmasınısağlayabilmesi için yurtiçi tasarrufları yeterli ve istikrarlı hale getirmeyeyönelik politikaların cumhuriyet hükümetlerince önemle ele alınması gerekmektedir.Peki, bu kadar üst düzey açıklamadan sonra bir kez daha soralım. Buna başlandı mı, oldukça zor bir soru. Buna verilecek yanıt da bir o kadar zor, o zaman gelin ekonominin laboratuvarı deneyimlerden yararlanalım.
1980 Darbesinin önder kadrosunu işim dolayısıyla yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Onların en büyük özellikleri tasarrufa yatkınlıkları ile tutumlu olmalarıydı. Hani deyim yerindeyse tam bir “Yerli Malı Haftası” çocuklarıydılar. Elbiselerin ters yüz edildiği, yamalı pantolon devrinden geliyorlardı. Çocukluk yıllarının İkinci Dünya Savaşıyla örtüşmesi, üretimin son derece kısıtlı olduğu savaş yıllarında karne devrinin acımasızlığı belleklerinde derin izler bırakmıştı. Bunun yansıması onları inanılmaz tutumlu bir yaşam geçirmelerine neden olmuştu. İşte bu nedenle bir anlamda yasadışı ve demokratik olmayan bir harekâtla iktidarı ele geçirdiklerinde ulusal tasarruf tedbirlerinin de doğal öncüsü olmuşlardı. Bir gecede “Kuyruklu Amerikan ve Mercedes” makam araçlarından inerek Renault 12 SW’ye binmeyi yüksünmeden becerebilmişlerdi. SW yani “stationwagon” aile arabası olarak reklam yapılmasına karşın, o hep ticari araç olarak halkın zihninde yer etmişti. Nedense bilinmez, kırsal kesim bu araçları tercih etmiş, kentte yaşayanlar tarafından bu tip araçlar pek tercih edilmemişti. Ev hanımlarının yapmış olduğu işlemeli oyalar, karpuz rölyefleri ya da sallanan köpek figürleri aracın arka camında teşhir edilemediğinden mi bilmem ama kent aileleri bu araca pek fazla rağbet etmemişlerdi. Çocukluğumda Pickup’tan esinlenen, Türkçemize kazandırılan ‘Kaptıkaçtı’ kadar belleklerimizde yer etmemişti. Bakkal, esnaf ve tamirci esnafı bu araçları tercih etmiş ama halkımız tercihlerini bu yönde kullanmamıştı. Sonradan çıkan “Kombo/Kanguru” tipi araçlar hafif ticari araçlar “stationwagon”ların yerini alması biraz da ergonomik olmasından kaynaklanmaydı.
Darbeyle birlikte bu araçlar öncelikle paşalara tahsis edilmişti.Ama gelin görünki kamunun75 sente muhtaç olduğumuz dönemde tercih ettiği bu araçlar “vesayetçi” olarak tanımlamış oldukları cihet-i askeriyece üretiliyordu. Başta Milli Savunma Bakanlığı olmak üzere kamunun tercih nedeni açıktı, MAİS Renault Fabrikası Ordu Yardımlaşma Kurumu, OYAK’ın bir kuruluşuydu. Ayrıca, muvazzaf askerlerin ön ayak olduğu bu fabrika kuş serisi İtalyan araçlarına göre bir tık öndeydi. Renault 12 makam araçları öyle ahım şahım araçlar hiç değildi. Bu araçlarda en büyük sıkıntıda bir türlü verimli bir şekilde sonuç alınamayan fors direklerini tutturabilmekti. Kamuda kullanılan Renault araçlarınıngenelde kaportası ince olduğundan bir türlü kaynak tutmuyordu. En önce de Darbenin lideri Devlet Başkanı sıfatıyla Orgeneral Kenan Evren bu araçlardan birine binmişti. Aynı aracın sağına soluna Devlet Başkanı ve Genelkurmay Başkanı forslarını diktirmişti ama aracın saçını güçlendirmişlerdi1980 Darbesiyle birlikte tüm Amiral/Generaller yani paşalar bir anda Renault 12 “stationwagon”ların arka koltuğunda yerini almışlardı. Orduda emir komuta ve sadakat egemen olduğundan pek ayak sürüme olmamıştı. Ben de Suriye’ye, Şam Askeri Ataşelik görevine giderken bu araçlardan bir tane edinmiştim. Şam’da bulunduğum sıralar başta NATO subayları olmak üzere Batılı diplomatlara bu aracın Türkiye’de üretildiğini gösterir ve bundan bayağı keyif alırdım. Anımsayan bilir, ne menem bir şeyse bu araçların arka koltukları son derece rahatsızdı. Darbe yapanlar, kendilerini bir anda geniş Amerikan ve Mercedes arabalarından inerek, Renault 12SW ‘nin ancak arka koltuğunda yer bulabilmişlerdi. İdamla yargılanacakları darbeyi başarmışlardı, ama bu yolda attan inip neredeyse eşeğe bile binememişlerdi. En başta Kenan Paşa olmak üzere “Yerli Malı Haftası Çocukları” adam gibi “Kamu Tasarrufu” yapmaya karar vermişlerdi. Akabinde elektrik suya yakacağa, levazıma her şeye el atmışlardı.
Kamu tasarrufuna da önce Çankaya Köşkünden başlamışlardı. Köşk bir anda karanlıklara bürünmüştü. Darbenin güçlü adamı Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterinin lojmanına yerleşmişti. Bir evrak sunmak için Çankaya Köşkündeki lojmanını zor bulmuştum. Koridorlarda bir ışıktan fazlası neredeyse kapalıydı. Üç sokak lambasından biri yanıyordu. Kenan Paşa tüm teftişlerinde cari tasarrufu arıyor, Çankaya köşkünün odalarında birer lamba yanmasına ancak izin veriyordu. Gözleri lüzumsuz yanan ışıkta, boş yere akan sudaydı. Nerede ışık görseler lambaları söndürüyorlar, musluk kapatıyorlardı. Darbenin liderleri ulusal tasarrufun önderliğine soyunmuşlardı. Ayda 300 Dolarla NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kuvvetleri Komutanlığı yapan Orgeneral Haydar Saltık’tan sonra MGK Sekreteri olan Orgeneral Sedat Güneralp’ın Meclisteki odasına gittiğimde sadece evrakı imzalamak için masasındaki ışığı yakınca gerçekten afallamıştım. Eski Senato Başkanının odasını kendisine tahsis etmişlerdi. Odasını hiçbir şekilde yeniden tefriş etmeyi düşünmemişti. Daha sonra Milli Mücadele önlemlerinden biri olan 14 Eylül 1920 tarihinde çıkarılan Men-i Müskirat (İçki Yasağı Kanunu) gibi resmi balo ve kokteyllerden neredeyse içki ikramını kaldırmışlardı. Teftişe geldiklerinde Subay/Astsubay tabldotundan yiyorlar ve parasını da kuruşuna kadar ödüyorlardı. II. Abdülhamit’in muayede salonlarında verdiği yemeklere mülhem, orduda verilen ziyafetler için söylenile gelen “Hamitten” tabirini neredeyse kökünden kaldırmışlardı. İsmini vermeyeyim, koskoca Ordu Komutanı bir Orgeneralin sabahları sakal tıraş olduğu elektrikli tıraş makinesinin parasını her ay Maliye ve Bütçe Şube Müdürlüğüne yatırdığını bugünkü gibi anımsıyorum.
Türk halkına, düğünlerde ziyafetlerde aşırıya kaçılmamasını kendi çocuklarının mutlu günlerinde örnek olmayı her vesileyle gösteriyorlardı. Sanki Milli Mücadelenin en buhranlı günlerinde Eskişehir-Afyon Denizli yitirildikten sonra TBMM Hükümeti tarafından 28 Mart1337 (1921) tarihinde çıkarılan “Düğünlerde Menʽ-i İsrâfâtKanunu”ndabelirtilen israfın önlenmesi tedbirlerini uyguluyorlardı.Görkemli, şatafatlı düğünleri bile, Men-i İsrafatın birinci maddesine göre biçimlendiriyorlardı. “
“Düğünlerde alelıtlak (genellikle) cihaz teşhiri, cihazın açıktan nakli, erkek tarafından iki kattan fazla elbise ihdası, düğün günlerine münhasır olmak üzere bir günden ziyade çalgı çaldırılması ve ziyafet verilmesi, nişan, çevre merasimi ile ağırlık ve hedâya itası ve köçek oynatılması gibi isrâfât memnudur.”
Şimdilerde Boğaz’da eski Osmanlı Saray mekânlarında icra edilen 7-10 Milyon dolarlık düğünleri görseler herhalde akıllarını kaçırırlardı.
Evet, Sevgili Okurlar, Türkiye’de yatırımların finansmanı iç kaynaklardan sağlanacakşekilde ulusal tasarrufların artırılmasını zorunlu kılmaktadır. Gerekli sermayebirikimi olması için yatırıma, yatırımın olması içinde tasarrufa gereksinimduyulmaktadır. Bu açıdan mevcut tasarrufların ekonomide etkin olarakkullanılması, katma değer üreten sektörlere kaynak aktarılması ve teşvik verilmesi ile sağlanabilir. Eh benden söylemesi…